“Öteki” sosyal bilimlerin en çok dolaşımda olan kavramlarından biri, sosyal bilimlerle sıkı fıkı olan sanat da bu kavramı epey seviyor. Ipke Duben’in SALT Galata’daki, video portrelerden oluşan yerleştirmesi de modern toplumun ötekileştirip kenara ittiği değişik kimliklerdeki insanların hikayeleriden oluşuyor. Bir sözlü tarih çalışması da olarak okunabilecek işte “öteki”lerin hikayeleri bir ağ gibi kurgulanıp hakim ideolojilerin tek sesli ve doğrusal anlatıları kırılmaya çalışılmış. Ancak her karakterin kendi hikayesini kameraya karşı doğrusal olarak anlatması ve bununla beraber videolar arasındaki ilişkiselliğin yeterli seviyede olmaması, seslerin bir arada kakafoniye dönüşmesine yol açıyor. Kaldı ki seslerin birbirine karışmaması için kullanılmış olan küçük doğrusal hoperlörler bir videoyu izlerken bir diğerinin sesini duymanızı engelliyor. Bu pratik bir tercih olarak seslerin duyulmasını kolaylaştırsa da hikayelerin iç içe geçmesini engelliyor ve izleyiciyle hikayeyi anlatan kapalı bir devreye sıkışmış oluyor.
Ötekileştirme her ne kadar kimlikler üzerinden işleyen bir süreç olsa da aslında dinamik bir mekanizma ve her türlü hikaye etme ve bu vasıtayla özne ve nesne kurma çabasının kalbinde bulunuyor. Bu mekanizmayı ifşa etmek için toplum tarafından ötekileştirilmiş kimliklere kamerayı cevirmek ve onlara kendi hikayelerini anlatmaları için alan yaratmak, hakim söylemi bozmaktan çok onu yeninden üretmeye yol açıyor. Hikayeyi anlatanın “öteki” olması, hikayenin görmekten kaçtığımız bir hikaye olması bu sonucu değiştirmiyor. Ötekiler üzerinden yeni yeni kimlikler inşa ediliyor ve bu yeni kimlikler de yeni ötekiler üzerine kuruluyor. Bu yüzden asıl sorun olan anlatı değil anlatma ediminin kendisi.
Kutluğ Ataman belgesel ve kurguyu iç içe geçirip her iki türün de sınırlarını zorladığı videolarında hikaye anlatma, iktidar ve özne arasındaki ilişkileri iyice hırpalamıştı. Ataman’ın çizgisel bir anlatıya bağlı kalmayan, özne-nesne, gerçek-kurgu arasındaki ihlaller üzerine kurulmuş videoları kimliğin nasıl perofrmatif bir düzlemde dinamik olarak oluşturulduğunu gösteriiyordu. İpek Duben’in çalışmasında ise eksik olan tam da bu dinamizim. Tutarlı bir kurgu içinde monolog olarak anlatılan hikayeler iktidarın ötekileştirme aygıtının silahlarından en güçlüsü olan kimliğin duvarlarını daha da sağlamlaştırıyor. Kimliği ve bu yollada onun üzerine kurulmuş hikayeleri parçalamaksa gerçekten etki yaratabilecek tek yol olarak gözüküyor. Bunu yapabilmek içinse sözü “öteki”ne vermek onu özne pozisyonuna çıkarmaktansa, özneyi içeriden patlatıp hikayeyi anlamsızlaştırmak gerek.