Zaman, mekâna her daim eşit bir biçimde dağılmaz. Takvimler her coğrafyada aynı tarihi göstermez. Gittikçe küçülen, tekdüzeleşen dünya bizi her ne kadar aksine ikna etmeye çalışsa da yeryüzü üzerindeki pek çok özel nokta zamanda ve mekânda solucan delikleri açıp bizi farklı dönemlerin içine sürükleyebilir. Bu yerlerde tarih geçmişi hatırlatan bir yadigâr değil aktif bir güçtür; hâlâ çalışır ve hayatı belirler. Diyarbakır böyle bir yer. Şehrin merkezinde beş dakika yürümek bile iç içe geçmiş zaman tabakaları arasında hızlı yolculuk yapmaya vesile olabiliyor. Sadece Ulu Camii, Meryem Ana Kilisesi ya da Dört Ayaklı Minare gibi anıtsal eserler ve etraflarında yarattıkları zaman girdabı değil mevzu bahis olan; minarenin ayağındaki kurşun izleri ve Tahir Elçi cinayetinin hatırası da zaman ve mekân algımızı ketenpereye getiriyor. Keza Sur’daki bir kulacı geçmeyecek genişlikte, güneşin bile zar zor girdiği sokaklarda dolanırken seksenlerin ve doksanların hâlâ canlı iklimi sizi yaz günü birdenbire tir tir titretiyor. Devlet her ne kadar katman katman yükselmiş evleri kentsel dönüşüm adı altında yıkıp yerlerine iki katlı nizami villalar inşa ederek bölgeyi homojenleştirmeye, kendi zaman ve mekan rejimine tabi kılmaya çalışmış olsa da bu inşaatların etrafına çekilmiş metal perdeler bile insanı henüz izleri çok taze olan Sur olaylarının dehşetiyle karşı karşıya bırakıyor. Bunlar elbette çok farklı kuvvetleri bir arada barındıran Diyarbakır’ın, benim gibi bölgeye iki günlüğüne gitmiş bir turistin bile gözüne çarpabilecek sıradan unsurları, şehir kim bilir romantizme izin vermeyen daha nice karşılaşmalar, çatışmalar barındırıyor.
Merkezkaç Kolektifi’nin yol göstericiliğinde gerçekleşen Karşılaşmalar sergisi böylesine sert bir toprakta yeşermeye çalışıyor. Sur’un dar, havası ağır sokaklarından geçip ulaşılan, içinde hâlâ insanların yaşadığı, tek kelimeyle garip bir yapının avlusunu çevreleyen boş odalarına konuşlanan sergi, Diyarbakır deneyimini mümkün olduğu kadar çıplak bir halde ziyaretçisinin karşısına dikerek işe başlıyor. Muhtemelen bölge halkı için çoktan sıradanlaşmış bu karşılaşma serginin yapısını da açık ediyor. Sergideki işlerin büyük kısmı bölgedekilerin banal hayatlarına odaklanırken aktarılan deneyimler dışarıdan gelen bir beden için istisna hali arz ediyor. Her ne kadar serginin kaba bir politik söylemin altında kalmasından imtina edilmiş olsa da sergilenen işlerin yaşamla kurdukları dolayımsız bağ sergiyi ister istemez politik kılıyor. Bu büyük büyük konuşarak yapılan bir politika değil, daha çok gündelik hayatın içinde işleyen yaşamın kılcal damarlarında devinen bir politika. Bir nevi hayatta kalma egzersizi.
Karşılaşmalar sergisi her ne kadar ziyaretçi için pek çok karşılaşma içerse de farklı kuşaklardan ve şehirlerden sanatçıların karşılaşmaları ve bir arada çalışmaları üzerine kurulmuş. Hepsi deneyimli sanatçılar olan yol göstericiler; Barış Seyitvan, Berat Işık, hêlîn, Mehmet Ali Boran, Murat Gök, Remzi Sever, Şefik Özcan ve Uğur Orhan, beraber çalıştıkları genç sanatçılara kullandıkları sanatsal araçlarda karşılaştıkları zorlukları gidermeleri, fikirlerini ifade edebilmeleri gibi konularda yardımcı olmuşlar. Ancak bu karşılaşma her ne kadar bir usta çırak ilişkisini andırsa da bir hiyerarşi içermemiş; daha çok bir muhabbetin, diyaloğun imkanlarını açmış. Bir arada yaşamanın tarih boyunca getirdiği zorluklar Karşılaşmalar’ın asıl muhteviyatı. Hayatın ve de dolayısıyla sanatsal üretimin bireyselleştiği bir çağda birlikte çalışmak ve üretmek bir arada yaşamaya giden en önemli hatlardan biri. Rekabet, hırs, husumet ve hamasetin gündelik hayatı kaplaması insanları yalnızlaştırıp, çaresizleştirirken; ortak yaşamayı, ortak çalışmayı deneyen bir sergi. Aslında modern hayatın beraberinde gelen pek çok soruna da bir çözüm öneriyor. Ortak yaşam nice zamandır hayata karşı tahayyülerin odak noktası olsa da, kapitalizm insanları birey kavramı altında ele almayı bir doğal durummuş gibi sunmakta. Karşılaşmalar bireyi ve bireysel üretimi merkezine koymak yerine birlikteliği ve birlikteliğin içindeki tekilliği yakalamayı arzulayan bir gayretin ürünü. Bu noktadan bakıldığında politika serginin sadece konusunu değil aynı zamanda formunu da oluşturuyor. Bunu yaparken de bir oto-oryantalizme kapılıp tüm ötekilerin uyum içinde yaşaması gerektiği düsturuna kapılmıyor ama Marx’ı akla getirmekten de çekinmeyip “Dünyanın tüm işçileri birleşin” sözüne kulak veriyor. Bu uğurda ortak yaşam, periferide kalmış olmanın getirdiği bir zorunluluk değil, merkezin muhtaç olduğu yaşam biçimi olarak beliriyor.
Bir topluma, toplumun yaşam biçimine odaklanmak ister istemez antropolojiye dair sorunlar ortaya çıkarıyor. Böyle bir sergide insan, ne coğrafyanın mevcut durumuyla ne de gördüğü işlerle olan mesafesini iyi ayarlayabiliyor. Objektifliğini kaybedip karşılaşmalar arasında boğulabiliyor ya da fazla duygulanıp çocuksulaşabiliyor. Yine de alabildiğine steril kalmaya çalışan bir dünyada bir doz kontrolsüzlük ve aşırılık insana yaşadığını daha iyi hissettiriyor. Lakin buradan bir romantizm, esaslı bir deneyim arzusu karşısında gösteriye evrilmiş bir yaşam beklememek gerek. Diyarbakır’daki kontrolsüzlük eğlence parklarında olduğu gibi bir oyundan ibaret değil. Merkezdeki bölgelerde olduğu gibi etrafınız emniyet kemerleriyle koruma halatlarıyla çevrili değil. Burada bir nebze yaşamak on katı ölmek demek. Karşılaşmalar’ın sunduğu en gerçek karşılaşma belki de en temel olanı. Ölümle yaşamın karşılaşması. İnsan bunu söylerken bile hicap duyuyor…
Unlimited.com’da yayınlanmıştır