
I.
Hayat hakkında genel geçer olduğunu sandığımız kanaatlerimiz; nesnelerin, birer özne olduğu söylenen biz insanlara tabi olduğunu varsayar. Organik veya inorganik, tüm evren öznenin bekası için vardır. Bu tahayyüldeki tek soru hangi öznenin baki kalacağıdır. Savaşlar da genellikle bu sebeple çıkar, yoksa arada kullanılan araçların, yani nesnelerin varlığa dair bir hakları yoktur. Hakikat barındırmazlar. Zamanın deviniminde bozulmak, çürümek doğalarında vardır. Bir görünür bir kaybolurlar. Arkalarından yas tutulmaz. Halbuki kolaylıkla şöyle de denebilir: Nesne sonsuz döngü içerisinde kayıtsızca devinip dururken, özne bir başlangıcının olduğunu bildiği gibi, bir sonunun da olacağını bildiğinden zamanın içindedir. Bundan ötürü de kaygılıdır. Bir görünüp bir kaybolan, hayali olan öznedir ve zaman sadece ve sadece öznenin belasıdır, kendini bilmesinin diyetidir. Öznenin varoluşu anlamlandırma çabası, kaynağını bu kaygıda bulur. Ancak bu hercai, kısıtlı varlık nesneleri sadece kısıtlı olarak algılayabilir, sınırlı olarak anlamlandırabilir. Nesne ise belirli bir forma hapsolmadığından sürekli olarak mevcuttur. Bugün bir taştır, yarın bardak, sonrasında da bir kum tanesi. Başlangıçtan önce de vardır, kıyametten sonra da var olacaktır. Asla sabitlenmez, öznenin onu katı anlam duvarlarının arkasına hapsetmesine de boyun eğmez. Nesne “ne ise ne” olandır, ne olduğu her daim meçhuldür, neliği üzerine düşünmek beyhude bir çabadır, ancak bu çaba özneye bilincini verir.
Özne kendini nesneler üzerindeki tasarrufuyla bilmeye çalışır, ancak öz-ne yani özdeki nesne kendi içinde bir yarılma taşıyarak bilinmez, anlamlandırılamaz olanı tam da bu adlandırma faaliyetinin içinde barındırır. Nesne öznenin kalbinde mevcuttur. Öznenin sürekli kendini anlamsızlıktan korumaya çalışması, duvarlar örerek nesneyi, anlamsız olanı dışarıya atıp kendine bir anlam bahşetme gayreti tam da bu sebeple hep hüsranla sonuçlanır. Duvarlar hep aşılır, kaleler hep yıkılır. İşin aslı bir truva atı her zaman öznenin özünde, göğsündedir. Asıl sorun içerisiyle dışarısını ayıran bu sınırların mevcudiyetinin ve hatta imkânının en başından şüpheli olmasıdır. Sınırlar bir hayaldir, ideolojiktir. Özne ve nesne arasında bir ayrım mevcut değildir. Dünya karmaşık ilişkilerin, iç içe geçmiş sarmalların, sürekliliklerin dünyasıdır. Öte yandan, özne ve nesne arasında bir ayrım yapıldığında elde kalan nesneler dünyası kendinde bir dünyadır. Öze muhtaç değildir, anlam aramaz. Bağımlı olan öznedir, özne bir öz bilmek için nesneye muhtaçtır ama nesne öznenin tahakkümü altına girmemesi ile tanımlanır, nesnenin her türlü anlamlandırma gayretinden sıyrılmayı başaran bir parçası her daim mevcuttur. Özne tam da bu kaçak, asi parçacık sayesinde, anlamdan arta kalan fazlalık sayesinde kendini bilir. Bu bakiye, her türlü iktidarın en az kendisi kadar güçlü bir direniş potansiyelini bağrında barındırması sebebiyledir.
II.
Seza Paker’in Geçerken adı altında bir araya gelmiş yapıtları, hayattan son hızla geçip giden tekil bir bedenin başına gelenlere dair araştırma işlevi görüyor. Ancak sanatçı bunu yaparken modern bir öznenin biyografisini yazmaktan çok, bu tekil bedene çarpan, onda yankılanan, onunla beraber var olan bedenlerin arkeolojisini yapıyor, arşivini çıkarıyor ve dikotomiye düşmeyen bir düşünce geliştiriyor. Söze beden ile başlak da Geçerken özne nesne ikiliğinde nesnenin tarafını seçmiyor. Paker varoluşu özne/nesne ikiliğinin dışında kavramanın araçlarını inşa ediyor. Alışılageldik kozmolojilerde iki farklı düzlemin öğesi olan form ve madde “Geçerken”de aynı varoluş yolculuğundaki yoldaşlar olarak ortaya çıkıyorlar. Form ne soyut düşüncenin ürünü olarak öznenin zihninde tesis ediliyor ne de madde düşünceden azade dünyanın içinde saf olarak beliriyor. Soyut ve somut; form ve madde birbirlerini öncelemiyor, aksine birbirleriyle ilişki halinde mevcudiyet kazanıyor. Bu varoluşu bir arada anlama çabası; özne/nesne, form/madde, akıl/beden, erkek/kadın, kültür/doğa vb. tüm ikiliklerin üzerini çiziyor birinin öteki üzerinde tahakküm kurma çabasını boşa düşürüyor.
Paker’in çalışmaları, asamblajlar aracılığıya varoluşun haritalanması üzerine odaklanıyor. Ancak bu haritalama uzaktan bakan aşkın bir gözün önderliğinde değil, dünyanın içinden düşünceyle bedenlerin arasında dolaşarak, karşılaşmalar ve çarpışmalar elle yoklanarak yapılıyor. Ortaya çıkan yapıtlar bir iz sürmenin ürünü. Bu yolculuk izleyiciyi ideolojinin ana arterlerinde bir gezintiye çıkarmak yerine modern hayatın ormanlarındaki patikalarda kaybolmaya sürüklüyor. Evet bu bir orman, ama kanıksadığımız anlamda doğal bir orman değil. Bu ormanda doğa kültür ayrımı yok oluyor. Kültürel ürünlerle doğanın yetiştirdikleri birinin ötekisini öncelemesine fırsat vermeden aynı düzlemde yan yana getiriliyorlar. Bu ormanın en güzel tasvirini sekiz küçük parçadan oluşan “Katmanlar” adlı seride ziyaretçinin karşısına çıkarıyor Paker. Sekiz parçanın her birinde Canson marka kağıtlar üzerine çizilmiş imajlar, modern dünya dediğimiz varoluş kipinin bir panoramasını sunuyor. Bu katman katman imgeler —kimi zaman bir dağ, kimi zaman bir haç, kimi zaman da binalar—Paker’in bir projektörle yere her bir bir yapıta ait şiirsel metinlerde bir araya geliyor.
Geçerken‘deki asamblajların öğesi olan olan jelatinli kağıt, suni deri gibi Paker’in zaman içinde arşivlediği materyaller, bedensellikleri sayesinde izleyici ile her an duygulanımsal bir ilişki kuruyor. Geometrik soyutlamalara varana dek saflaşan ve materyale eşlik eden form da bu yapıtları zihin için algılanabilir kılıyor, yapıtın anlamı ilişkiden devşiriliyor. Yapıtların temelini oluşturan ilişki bakan ve bakılan arasında bir mesafeyi zorunlu olarak gerektiren görsel bir düzenekten çok müzikal bir armoniyi andırıyor. Ses, iki işte belirgin olarak ön plana çıksa dahi, müzikal kompozisyon tüm yapıtlarda kurucu bir unsur. “All Well (Revisited)” adlı, bir kaykay platformundan esinlenerek yapılmış, maket/heykele eşlik eden ses yerleştirmesinde, kaykayların tekerleklerinden çıkan gürültü ile Miles Davis’in döngü halindeki bir tınısı karşılaşıyor. Buna paralel olarak “Satelit Parçaları ve Müzikal Üçgenler” adlı işte Paker’in uzayda dönüp duran teknolojik çöpleri, atıkları temsil eden çizimleri ve hemen bitişik bir kadraja yerleştirilmiş üç tane müzikal üçgen çiziminin münasebetinde beliriyor. Uzay çöpleri; çoklukları ve düzensizlikleri ile saf gürültüyü imlerken, üçgenler hem formlarının mükemmelliği hem de çıkarabilecekleri sesin temizliği ile bir melodik düzenlemeyi çağrıştırıyorlar. Müzik, maddenin titreşimlerinin bir düzene sokulmasıyla kaostan kozmosa geçiş gayreti olarak görürsek Paker’in asamblajları da farklı materyallerin kaotik titreşimlerinin bir ritm gibi tekrar eden desenlerle düzenlenmesinden oluşan kompozisyonlar. Ortaya çıkan ürün ise gündelik hayatın seslerinden “sample”lar da içeren bir “jam session”ı andırıyor. Paker’in geliştirdiği bir nevi melez dil.
Geçerken’de kullanılan arşivsel materyal her zaman tarihe ait olduğu için, Paker’in izini sürdüğü hat politikayla, kültürle, gündelik yaşamla sık sık kesişiyor. Daha doğrusu mevcut krizlere karşı çıkış bu yapıtların konusunu değil, formunu oluşturuyor. Seza Paker’in politik hattını net bir şekilde takip edebilmek için Ghostly Tea Party adlı işe bakmak önemli. Ziyaretçi bu yapıt ile sergideki diğer işlerdeki soyut dilin yerine popüler kültürün hayaletimsi imgelerinin geçtiği bir aralıkta karşılaşıyor. Projektör ile duvara yansıtılmış Disneyland’a ait bir imge bir görünüp bir kayboluyor. İmgenin uçuculuğu, bakış üzerinden tesis edilen özneyi tedirginleştiriyor. İmgenin Amerikan kültürünün sembolü olan Disneyland kaynaklı olması ve de yapıtın adının İngiliz kültürüne gönderme yapmasıyla politik bir içerik kurgulanırken içeriğin yerleştiği alımlama düzeneği yani işin formu bu politik içeriğin hangi öznellik kiplerini beraberinde getirdiğini ortaya koyuyor.
Perspektif ve üzerine kurulmuş algı makinesi dünyayı bir pencerenin ardından mesafeli görmeyi beraberinde getirmişti. Aslında bu mesafe özneyi ve nesneyi birbirinden ayıran mesafedir. Aynı mesafe insana sonsuz kıyımlar yapma fırsatını da verdi. Özne nesneye mesafe alarak kendini bildi ve nesne üzerinde sınırsız kıyım yaparken ortak olması gereken acıdan kendini muaf tutabileceğini zannetti. Seza Paker bu mesafeyi sıfıra indiriyor. Yapıtlar pencerenin ardından bakan bir göze göre değil kendi içlerinde barındırdıkları bedenlerin birbirleriyle temasalarına, ilişkilerine göre oluşuyorlar. Bu bedenlerden yayılan titreşimler ise ziyaretçiyi de içine alan bir atmosfer oluşturuyor. Kalıplaşmış anlamlandırma stratejileri Geçerken’de işlevsiz kalıyor. Ziyaretçi ancak izleyici konumundan, öznelliğinden sıyrıldığı takdirde Paker’in oluşturduğu kompozisyonlara dahil olabiliyor. Seza Paker yapıtlarıyla içinde yaşadığımız dünyanın görünen yüzünün ardında kalan yapısını açığa çıkarıyor ama yaptığı salt bir eleştiriden ibaret değil. Paker deşifre etmekle kalmıyor yeni varoluş biçimleri geliştiriyor. Sanatı dünyada, dünyayla birlikte daha iyi yaşamak için bir araca dönüştürüyor.