Kaç gündür bu odada olduğumu bilmiyorum. Evren, tahmin edemeyeceğim bir süre önce dönmeyi bıraktı ve zaman akmıyor. Gökyüzünde her şeyi gerçek dışı kılan bir kış güneşi mıhlanmış duruyor. Bu ışıktan saklanacak bir yer yok. İçim dışım, aklımın kıvrımları duygularımın kuytuları her şey apaçık ortada. Dinlenecek bir aralık bulamıyorum. Ölüm de buraları terk etmiş gibi.
Gizem Ünlü’nün “Günler” adlı, muhtelif işlerin bir araya gelmesinden oluşan yerleştirmesi gündelik hayatımızda ikiye ayrılmış olan iç ve dış mekanı tek bir düzlemde buluşturarak insan benliğini oluşturan düğümleri gözler önüne seriyor. Bu yerleştirmede zihnin içi ve dışı arasındaki sınır muğlaklaşıyor. İşlerin yerleştiği oda, bir yandan bir evin uzantısı olarak, bizim de bir parçası olduğumuz dünyaya açılırken öte yandan, içerdiği öğelerle, bir zihnin mahremini göz önüne seriyor. Bu iki mekanın bir aradalığının koşulu ise şeffaf, kağıttan bir perdeyle örtülmüş giriş ve pencereyi kapatan yarım bir duvarla kuruluyor. Ne tamamen kapanıp içe dönülen ne de dünyaya açılan bir mekan burası. Bir yanıyla mahrem ama bir yanıyla da kamuya açık. Bir yandan bizi bakmamız için kışkırtırken bir yandan da hicap duymamızı sağlıyor.
Günler bir boşluk üzerine kurulmuş bir yerleştirme. Yerleştirmeyi oluşturan öğelerin büyük kısmı bir zamanlar orada yaşamış bir insanın varlığını imliyor. Odanın ortasında çivilerle yazılmış bir yazı, girişi kaplayan perde işlevi gören karalanmış defter sayfaları, duvardaki bir sözcük, bir köşede buruş buruş kirli bir bez parçası ya da bir nevi deri, bir yerlerden yankılanarak gelen ayak sesleri ve başka bir duvarda sanki odanın içine rahatsız bir ışık dolduran bir pencere resmi. Tüm bunların müsebbibi öznenin şimdi nerede olduğunu bilemiyoruz. Geride sadece onun gitmiş olmasıyla açılmış bir boşluk var. Odadaki tüm işaretler bizi bir faile yönlendiriyor lakin bu failin yerinde bir boşluk ikamet ediyor.
Bu odanın birinin mahremi olduğunu hissettiğimiz anda bir hüzün çöküyor içimize, bir çaresizlik, beyhudelik. Burası her haliyle huzursuz bir mekan. Burada yaşamış insanın ruh hali bizi ele geçiriyor. Sartre “Başkaları cehennemdir” diyordu, odaya adım attığımızda bir başkasının cehennemine dahil oluyoruz. Bir türlü bütünleşememiş, huzuru bulamamış, kaosun içinde devinip duran bir varlığın cehennemine.
Kapıdan girerken önümüzü kesen perdede gizli öznemiz varlığını dile getirmeye çalışmış, birileri görür de ona varlığını bahşeder diye sayfalarca yazı yazmış; yazının bir araya getirici gücünden medet ummuş; ama tam da biz okumadan önce tüm kelimeleri karalamış. Bir anlam çıkaramıyoruz, naçarız. Perdenin hemen arkasında, yerde ise etrafa saçılmış çivilerin ortasında yarım yamalak bir yazı duruyor, belli ki kayıp öznemiz bir kez daha güç bulup derdini anlatmaya çalışmış. Çivilerin bir kısmı zemine çakılmış bir kısmı yan duruyor; yine de zorlarsak okunabilir bir kelime çıkıyor: ORTASINDAYIM. Ama neyin ortasında? Muhtemelen anlamla anlamsızlığın, varlık ile yokluğun ortasında. Cevap hemen karşıdaki duvara karalanmış halbuki, “bir bahçenin” diye. Bahçe, ne içerisi ne dışarısı tam bir araf.
“Günler” zamanda ve mekanda bir aralık yaratıyor. Bu aralıkta birisi varmış ama bu meçhul kişinin akıbeti belirsiz. Ya boşlukta eriye eriye kaybolup gitmiş ya da tırnaklarıyla kazıya kazıya dışarı çıkmış. Her halükarda form değiştirmiş. Yerde buruş buruş duran ya bu şahsın geride kalan kefeni ya da yeniden dogarken üzerinden çıkardığı derisi. Gizem Ünlü hangisinin olduğunu söylemiyor ziyaretçiye, cevabı vermek hayata nasıl baktığımıza bağlı olarak bize kalıyor. Ya biz de yitip gideceğiz ya da yeniden doğacağız.