“Ellerimde bazı insanlara dokunmaktan artakalan izler var… Bazı başlar, bazı renk ve dokudaki insan saçları kalıcı izler brakıyorlar bende”
JD Sallinger
Elimi lisemin plasitk boyayla maviye boyanmış duvarlarına sürüyerek yürüyorum. Boyanın gizlemeye yetmediği sıva izleri, deniz kumu ve çakıllardan artakalan izler elime sürtünüyor canım acıyor. Normalde acı diyebilmek için çok hafif bir his ve işin aslı canım da yanmıyor. Ama pürüzler elimin hareketine karşı direniyor, bu ufak bir direniş farkındayım. Yine de üzerine düşününce iş ciddileşiyor. Peki ya bu ufak direniş olmasaydı? Elimi havada salladığımda havanınn o yumuşak direnişi olmasaydı? Hala bedenimi hissedebilir miyidim? Bedenim tüm bu direnişlerin, tüm bu karşılaşmaların toplamından ibaretse eğer. Bu direnişler, ufak ya da büyük beni sınırlıyor, aynada gördüğüm yansımamdan önce bu temas hissi. Annemim bedenimde gezen elleri bana benlliğimi veriyor. Evet “Her temas bir iz bırakır” ve ben bu izlerin haritalanmasından mürekkebim. Ben tüm direnişerlerden artakalanım.
Travma
ad
1. dıştan mekanik bir etki sonucu oluşan ve bir organın ya da bir dokunun yapısını ya da biçimini bozan yerel yara.
2. canlı üzerinde beden ve ruh açısından önemli ve etkili yaralanma belirtileri bırakan yaşantı
Duvardaki küçük bir pürüz ya da boğazımızdan aşağıya akıp giden ılık suyun bıraktığı hisse, yarattığı ize travma demek zordur ama direnicin gücü arttıkça bu izler birer birer travmaya dönüşebilir. Elinizi duvara fazla bastırırsanız, ya da duvar yerine 2000’lik bir zımpara kağıdı kullanırsanız derinizi zedeler, hatta kanatıp travmatize edersiniz. Travma kendimi bilmemden önce gelir, beden algımın kuruluşunu önceler ve hatta onun kurucu öğesidir. Annem beni okşamadan daha travmayla tanışırım. Beni kucağına almadan önce oksijen ciğerlerimi, ışık gözlerimi soğuk hava ise tenimi yakar. Lakin travma benim kişisel tarihimle de sınırlı kalmaz. Kuşaklar boyu aktarılabilir, kollektif bir hafızaya yuvalanablilir. Yaralarım benden önce de vardı ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum*.
Travma sadece ruhta ya da bedende yarattığı tahribatla kuşaklar arası aktarımını sağlamaz. Nesenelere, mekanlara, coğrafyaya siner. Bir ağacın gövdesine oyulmuş, yıllanıp kenarları kabarmış olan Murat Eylül’ü seviyor yazısı hoş bir karşılaşma olasa da Diyarbakır dört ayaklı minare artık tüm toplum için büyük bir travmadır. Onunla fiziksel ya da düşsel herhangi bir karşılaşma kalbi taşlaşmamış insanların içini oyar.
Travmanın, bu düzen bozucu marazi izin kuşaklar boyu aktarılabildiğini yani ataları zorunlu olarak göç ettirilmiş ya da dayısı gözaltına kaybolmuş beş yaşında bir çocuğun benliğinde kendine yer bulabildiğini, dahası bu çocuğun da hayatını travmatize edebildiğini görmek bizi karamsarlığa sürükler. 20. yy’ın savaşlarıın, katliamların, vahşetin yüzyılı olduğundan şüphe edemiyorsak artık vücudumuzun da hayatlarımızın da neden paramparça olduğunu idrak etmek zor olmayabilir.
*joe bousquet