Deneme / Güncel Sanat / Sergi

Baksı

Zamanı bir kere saatlerin ve dolayısıyla sayıların tiranlığından kurtardığınızda elinizde çok müphem bir deneyim  kalır. Ele avuca sığmayan, insandan insana farklı yaşantılanan bunun da ötesinde mekana homojen olarak dağılmayan bir şeydir bu. Fark edersiniz ki kimi yerde yoğunlaşıp hızlanır kimi yerde seyrelip hantallaşır. Metropoller genelde zamanın son derece yoğunlaşıp  hızlandığı hatta bugünü aşıp geleceği yakaladığı yerler olarak belirir ama misal İstnabul tarihi yarımadadaki bir turda bile zamanın tarih içindeki değişik duraklarının etkisinin hala canlı olduğunu hissedebilirsiniz hatta kendinizi biraz salarsanız 16. yüz yıldan kalma bir hanın içinde bu etki kelimenin tam anlamıyla zamanda ufak bir yolucluk yapmanıza vesile olur. Tarihin tanıklığını üzerlerindeki izlerde taşıyan sütunlar, ayağınızın altında kim bilir kaç kuşağın adımlarıyla aşınmış taşlar sizi insani bir zaman kavrayışının ötesine belki de zamanın dışına taşır. Bu gibi durumları biraz eğretileme yapmaya iznim varsa zaman-mekanda açılan küçük solucan deliklerine benzetebiliriz.

Metropoller saatin çarklarının son sürat döndüğü yerlerdir, zaman buralarda debisi yüksek bir ırmak gibi akar, insanları da peşinden sürükler. Ne yazık ki insanın bedeninin saati metropol için yavaş kalmaktadır artık. Taşrada ise durum farklıdır. Büyük şehirden taşraya bir kaç günlüğüne bile olsa geçen herkes için bir süre sonra zaman dayanılamayacak kadar ağırlaşır. Zamanın içini doldurmak için yapılacak bir kaç şey de tükendikten sonra saatin kaplumbağa hızında ilerlemesi bir tavşan gibi koşmaya alışmış şehirli için azaptır. Bir an önce kaçmak ister.

Metropolün içinde işleyen, gözünü ışık hızına dikmiş bu acımasız makine enerjisini nerden bulur peki? Metropol yaşamı herkesin gözünde kırmızı bir elmadır, hayallerin gercek olduğu arzuların tatmin edildiği yerdir. Daha doğrusu metropol asla karşılanamayacak olan böylesine bir vaatten ibarettir. Metropolde yaşayanlar bir kürek mahkumu gibi akılllarında kırmızı elma çalışıp dururlar. Psikanalizin terimlerini kullanmak münasip olacaksa metropol arzunun o müphem nesnesine ulaşmaya çalışan insanların libidinal enerjileriyle döndürür çarklarını. Bir nevi vampirdir, saf yaşam enerjisiyle beslenir. Metropolün bu cazibesi sadece içinde yaşayanlara hitap etmez. Sürekli aç olan bu mekanizma büyüsünü sınırlarının ötesine taşır, taşraya uzanır. Taşradan kente doğru akan göç dalgası aslında bir libidinal enerji hattıdır. Böylece taşranın yaşamı kuraklaşıp zamanı ağırlaşırken Metropolünki hızlı ilerleyen bir tümör gibi kontorlsüzce büyür.

Hüsamettin Koçan’ın girişimiyle 2010 yılında Bayburt’ta açılan Baksi Müzesi metropol ile taşra arasındaki bu tek yönlü akışı tersine çevirmeye çalışan cesur bir proje. Koçan’ın doğduğu yer olan, Bayburt’un kırsalında, çorak topraklara nefes aldıran Çoruh Nehri’nin kıyısındaki Baksi Köyü’nde kurduğu bu güncel sanat merkezi aslında sanatçının da sık sık dertli olduğunu dillendirdiği modernizmi kendi silahıyla vurma denemesi. Koçan büyük kentlerin tekelinde olan “prestijli” güncel sanatı onlardan çalarak taşraya taşıyor ve  Baksi’de göçler yüzünden donma raddesine gelmiş zamanı tekrardan devindirmeye çalışıyor. Şehrin büyüsüne kapılmış gençlerin ya da doğdukları yerde kalıp tarihin bir köşesinde unutulmaya mahkum edilmiş insanların, müze etrafında yoğunlaştırmaya çalıştığı libidinal enerjiden pay almalarına gayret ediyor. Tabii bu enerji herşeyden önce Koçan’ın hayranlık veren kendi enerjisi, dirayeti.

Baksi Müzesi kelimenin tam anlamıyla muhafazakar bir proje. Lakin bunu demeden önce muhafazakar kelimesinin modern dimağımızda taşıdığı marazi anlamlarından kurtulmak gerekiyor. Kelimenin arapça kökü olan “hfz” harfleri “hafız” ve “hafıza” kelimelerinin de kökü. Bu bağlamda muhafazakarlık gözü kara bir koruma eylemi olmaktansa geçmişte olanın süregelmesine gayret eden, geleneği canlı tutan ve onun güncelliğini yitirmemesini sağlayan bir faaliyet olarak anlam kazanıyor. Besim Dellaloğlu’nun sık sık söylediği gibi gelenek geçmişte kalmış bir şey değildir, geledurandır, günceldir. Müzenin muhafazakarlığı da bu bakış açısında kendini gösteriyor. Bu bir mumyalama çabası ya da geçmişe dönme hayali değil aksine yaşama ve yaşatma arzusu üzerine bina edilmiş bir muhafazakarlık; esas olarak da bölgenin içerdiği yaşam enerjisini koruyup arttırmak gayreti.

Bu yazıya vesile olan, Koçan’ın Mayıs, Kasım ayları arasında ziyaret edilebilecek  kişisel sergisi “Ayağımdaki Diken”i  tüm bu arkaplandan ayrı düşünmek namümükün. Zira sergi Koçan’ın kendi yaşam öyküsünden yola çıkıp dalga dalga önce Baksi’ye oradan da tüm Dünya’ya yayılan bir muhafaza çabasının ürünü. Koçan gelenekten aldığını güncel olanla yorumlayıp bir bilgi ve deneyim aktarımı gercekleştirmeye koyulmuş. Serginin  şiirsel  adı ise izleyiciye henüz sergiyle yüzleşmeden bir nirengi noktası sunuyor. Koçan’ın Baksi’den İstanbul’a uzanan coğrafyalar ve sosyal sınıflar arası yolculuğunu simgeleyen bir metafor bu ad. Yolculuk boyunca peşini bir an bile bırakmayan taşralılığının sembolü olarak diken bu sergiyle kutsanıyor. Koçan kendisiyle aynı kaderi paylaşan pek çoğunun yaptığı gibi dikeni çıkarmaya çalışmıyor, aksine ona sahip çıkıp zamanı geldiğinde onu vatanına geri götürüyor. Aşikar ki Koçan’ın bu iki yaşam tarzı, iki coğrafya arasındaki gidip gelişleri yıpratıcı olmaktansa yaratıcı bir sürece evrilmiş. Bunun en büyük kanıtı da önce Baksi Müzesi ardından da Ayağımdaki Diken sergisi.

Serginin merkezinde yer alan dev boyutlardaki demir heykel bir şifre çözücü gibi diğer işlerin anlamlarını da açığa çıkarıyor. Denilebilir ki sergi bu heykelin yarattığı çekim alanının etrafında anlam kazanıyor. Çoban köpeklerinin boynuna takılan ve yabani hayvanların boğazlarını ısırmasına mani olan dikenli zincirin tek bir halkasının yüzlerce kez büyütülmüş demir replikasından müteşekkil bu işin adı “Demir Ustasına Saygı”. Koçan güncel sanatta kullanılmasına aşina olduğumuz bir yöntemi devreye sokup zanaat ile kavramsal olanı bir araya getiriyor bu işle. Serginin adında geçen diken ise bu çalışma ile somut bir form kazanıyor ve tek tek tüm işlere sıçrayarak onları zamanın yıkıcı etkisinden koruyor. Bu demirden dikenin sergiye yayılması yalın bir metafor olarak kalmamış. Dikenin daha küçük işlenmiş formlarının birbirine eklemlenmesiyle oluşturulmuş bir küre bize Koça’nın Dünya’yı koruma arzusunun boyutlarını gösteriyor. Ya da “Çocuk” adlı çalışmada aynı form kanvasa bir motif olarak aktarılıp bir zırh gibi örülmüş, ardında da küçük bir çocuğu saklıyor.  Koçan ayağındaki dikeni ve bu dikenin simgelediği geçmişle olan ilişkisini bir formül olarak tüm dünyaya sunuyor. Tarihsizleştirme ve köksüzleştirme üzerine kurulu modern hayata gelenek ile bağlarını koruyarak direniyor. Köksüzleştirmeye karşı çıkış sadece işlerin arasına gizlenmiş bir şifre değil. “Kökler” adlı heybetli iş ile Koçan derdini en yalın haliyle ziyaretçinin önüne koyuyor. Topraktan sökülüp ters çevrilmiş kavak ağaçları yapraklarını değil köklerini sergiliyorlar bu işte. Serginin bu bölümüne geldiğinizde sizi köklerden oluşmuş bir orman karşılıyor. Bu işi isterseniz Deleuze ve Guattari’nin rhizome kavramıyla okursunuz ancak konuyu o kadar entellektüelize etmeden de işle bağ kurmak ve işi anlamlandırmak mümkün. Koçan’ın muhafazakarlığı köklere dönüşü salık veren bir romantizmi barındırmıyor demiştik; bu iş geride kalmış günlere ağıt değil, aksine aktif bir şekilde  köklere sahip oldukları itibarı teslim ediyor, onlardan da bunun karşılığında son derece hızlanmış dünyanın hercümerci karşısında yardım istiyor.

Baksi Müzesi deneyimi zamanın modern rejiminde bir çatlak yaratmaya çalışan mütevazi ama dirayetli, otantik bir turistik ziyaretten çok daha fazlasını sunan bir girişim. Ayağımdaki diken sergisi ise bu deneyimin arkeolojisini gözler önüne seriyor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s