Sinema

İnsan Neyle Yaşar?

jeandielman-1600x900-c-default

Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sından bir alıntıyla başlayalım; İnsan neyle yaşar?

Nerdeyse adını anmaya utandığımız kapitalizm her şeyden önce bir ahlak meselesidir; Hristiyan ahlakı üzerine bina edilmiştir. Ahlakın temel sorunu  ise yaşam enerjimizin kaynağı olan arzularımızla ne yapacağımızdır. Kapitalizm ahlak öğretisini arzu ekonomisiyle takas eder ve işlem zeminini çalışma saatleri ya da hisse senetlerindense arzular üzerine kurar. Sermayenin hizmetindeki ideoloji bize sürekli neyi nasıl arzulayacağımızı gösterir ve insanların doğal ihtiyaçlarının tatmininin yerine tatmin bilmeyen bir arzu mekanizmasını işleterek açığa çıkan enerjinin hasadını yapar. Brecht  “İnsan neyle yaşar?” derken bu yapıyı sorgular ve kendi pozisyonunu “aç karnına kuru öğüt çekilmez. Önce doyur beni, ondan sonra konuş” diyerek kapitalizmin kurgusunu tersine çevirir.

Brecht’in sorusu sinemaya dair bir soruyla kesişmektedir. Karanlık bir salonda atıl halde dakikalarca bir filme dikkat kesilip; kendimizi kahramanın yerine koyarak maceradan maceraya koşmamızı sağlayan şey nedir? Brecht’in sorusunu (Denn wovon lebt der Mensch?)  “insanı hayatta tutan nedir?” diye tekrar tercüme ettiğimizde mesele daha da belirginleşir. İnsanı hayatta tutan da sinema salonunda tutan da aynı şey; arzulardır. Daha doğrusu bizi sinema salonundan çıkmaktan ya da ilmeği boynumuza geçirmekten alıkoyan sey  arzularımızın  tatmin edileceği vaadidir. Kabaca Hollywood sineması olarak adlandırılan ve eylem üzerine kurulu ana akım sinemada seyircinin arzusu tatmin beklentisiyle sürekli bir koşturmaca halinde tutulur; seyircinin sıkılması filmin başarısızılığıdır. Filmde sıkıcı olduğu düşünülen  anlar ve sahneler  geriye saf eylem kalıncaya dek kurguda elenir. Boşukların olmadığı sadece duyguların zirve yaptığı anların zincirlemesinden oluşan film mekaniği gündelik hayatımızı örgütleme biçmimize de sirayet eder.

Slavoj Zizek sinema en sapkın sanattır der ve ekler “sinema bize neyi arzulayacğımızı değil nasıl arzulayacağımızı gösterir”. Gündelik hayatın da tıpkı sükseli bir film gibi sürekli eğlence halinde geçmesini isteriz. Sıkıcı insanları sevmez, onlardan kaçarız. Sıkıcı anlar boşa geçmiş zamandır. Şiarımız acısıyla tatlısıyla hayatı dolu dolu yaşamaktır. Peki nedir arzumuzun peşinde koştuğu bu acı, tatlı şeyler? Bize vaad edilen hazlar nelerdir? Ortalama bir Hollywood filminin tatmin edeceğini müjdelediği iki arzu vardır; cinsellik ve ölüm.  Bunlar aynı zamanda psikanalize göre insanın iki temel dürtüsüdür; Eros ve Thanatos. Hayat ve sinema bu satıhta bir kez daha kesişir.

Chantal Akerman’nın  Jeanne Dielman, 23 quai du Commerce, 1080 Bruxelles”  (1975) adlı filmi ana akım sinemanın üzerine kurulu olduğu her şeyi ters yüz ederek ve bize farklı bir film deneyimi sunmayı hedefler. Film popüler sinemanın göstermekten kaçacağı sahnelerin üzerine kuruludur; Paris’te bir apartman dairesinde ilk bakışta alelade  gözüken üç günü anlatır. Bu süre zarfını aleladelikten çıkaran ise filmin henüz başında gördüğümüz daha doğrusu kadraj dışına atılarak görmemize izin verilmeyen  sevişme sahnesi ve filmin sonunda bir aynadan yansıyan cinayet sahnesidir. Film bu iki olay tarafından parantez içine alınır; arada kalan iki saatlik süre ise ergenlik çağındaki oğluyla beraber yaşayan dul bir ev kadının tekrar eden gündelik hayatına ayrılmıştır. Sex ve cinayet sinemadaki alışılageldik kullanımlarının aksine seyirciyi cezbedici güçlerinden arındırılırlar. Akerman daha filmin ilk sahnelerinde cinselliği filmin dışında bırakacağını bildirir; cnayet ise herhangi bir hazırlık yapılmadan seyircide bir beklenti oluşturulmadan gerçekleşir. Seyirciyi filme bağlayan bu iki önemli güç denklemden çıkarıldığı zaman geriye kalan rutin ve sıkınıtdır. Artık gündelik hayatın banallığıyla karşı karşıyayzdır ve arzuların devre dışı bırakıldığı tekrar ve tekrar ekrana yansıyan yemek hazırlama, yemek yeme ve ufak tefek gündelik işler bir süre sonra hipnoz edici bir etki yaratmaya başlar. Bir şey olmayacağına ikna oluruz ve arzularımız durulur; bu noktada sıkıntı da geriye çekilir. Bu gündelik hayatın yüceltilmesi ya da banallığının arkasında dikkatli baktığınızda açığa çıkacak gizli güçlerin keşfedilmesi çabası değildir. Sex ve cinayet romantik bir çabayla mistikleştirilmez aksine olağanca normalleştirilirler, ahlak da bu noktada devre dışı kalır. Bastırılmış bir cinsellikten ya da kendini gizleyen bir patolojiden bahsedemeyiz gercek üstülücüğün yücelttiği bilinç dışı bu son derece gercekçi bakışın altında kendine yer bulamaz.  Kutsal kitapların yasakladığı en büyük günahlardan olan zina ve cinayet son derece yalın bir şekilde anlatının iki ucuna itilir.

Brecht’in satırlarına bir kez daha baş vurursak, “Jeanne Dielman”ın lokomotifi arzular değildir. Bu filmde arzular gündelik hayata, yemek yemeye, uyumaya, ısınmaya yer açmak için dışarıda bırakılmıştır. Önce aç karınları doyurmak gerekir, iyilik ve kötülük sonra gelir. Kahramanın ekonomisini hassas bir denge üzerine kurduğu gündelik hayatı sekteye uğratabilecek tek haz kırınıtısı filmin sonunda belirir ve bu sefer kadraj içine sızmıştır. Cinayet ise bu hazzın diyetidir ve yargılanamaz bir konumdadır.

Jeanne Dielman sevmesi imkansız bir film. En azından  alışık olduğumuz anlamıyla sevemeyiz. Bize kaçıp gidebileceğiniz bir dünya sunmaz, katartik bir etkiye de izin vermez. Filmden geriye kalan yegane şey Brecht’in kullandığı manada bir yabancılaşma hissidir. Akerman izleyiciye kendi hayatını geri verir. Arkamıza bakmadan kaçtığımız, hatırlamak istemediğimiz, dakikalar arasına sıkıştırdığımız sıkınıtı dolu anları yüzümüze tutar; ancak filmin ritmine bir kere alışabilrisek  bu sıkıntı bize arzuların işkencesinden kurtulmanın yollarını sunabilecek kudrettedir.

*artunlimited Temmuz 2016 sayısında yayınlanmıştır

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s