Ölüm alışsın artık bize
Bir dans gibi girsin bahçemize
Doğanın sakat kalmış çocuklarıyız. Ölümle kutsanmış oluşumuzu aciz zannedip hırsımızdan kendi kendimizi sakat bıraktık ve acısını annemizden çıkarıyoruz. Bir vampir gibi onun göğsüne geçirdik dişlerimizi, ruhunu emiyoruz. Yaratma gücü bahşedilmiş yegâne canlılar olsak da yaratılarımızın bedelini ödemekten kaçıyoruz; yine de kozmosu kandırmak mümkün olmasa gerek. Ölüme olan borcumuz karanlıklarda birikiyor ve güneş her kaybolduğunda bize musallat oluyor.
Vakit öğle, güneş yeryüzünü sarıya boyamış, etrafta görünen bir kaç biçare ağaç gölgelerin son sığınağı. Toprak yoldan yavaş yavaş vadiye doğru iniyoruz, sağda solda küçük üzüm bağları. Kafamızı kaldırdığımızda eşsiz yeryüzü şekilleri doğanın yüceliğini alışılmadık bir veçheyle önümüze seriyor. Bir kaç viraj daha ve uzaktan vadinin içindeki ihtişamlı bir Peribacasını çepçevre saran dev kırmızı plastik halka bize aradığımız şeyi bulduğumuzu söylüyor: Ayşe Erkmen doğanın gövde gösterisine, olabilecek en zıt şekilde karşılık veriyor.
Erkmen’in Ödül adını verdiği yerleştirmesi Fulya Erdemci ve Kevser Güler’in Cappadox Festivali kapsamında hazırladıkları Gelin Bahçemizi Ekelim sergisi için bir çatı görevi görüyor. Peribacasının monokrom, zaman içine oluşmuş amorf yapısı, insan yaratısı kusursuz parlak nesneyle iç içe geçiriliyor. Sanatçıya göre bu işi peri bacasına geçirilmiş bir piercing. Piercing ve bedeni yaralamaya yönelik benzeri uygulamaların pagan kültürlerde insanları fani oldukları gerçeğiyle işaretlediğini akılda tutunca yaratma gücü ve ölüm arasındaki ilişki kurulmuş oluyor. Taşın zaman içerisinde eksilerek aldığı formun karşısına tamlığı hedefleyip zamana karşı direnen plastik yerleştiriliyor. Bu ilişki serginin geri kalanındaki işlerin de üzerine bir ağ gibi yayılıyor.
Erkmen’in plastik olanla ilişkisi bizi serginin kalbine sürükleyen patikanın sağına soluna yerleştirilmiş her biri ayrı renkte olan karolarda yansımasını buluyor. Maider Lopez’in Yakınlaştırma adlı işi serginin yerleştirildiği Kızıl Çukur’un barındırdığı renk skalasından seçilmiş tonların doğanın içinden çekip çıkarılmasıyla oluşturulmuş. Renkler üzerinden işleyen bir nevi soyutlama olan bu işte farklı tonlar doğa içindeki hercümerç hallerinden koparılıp tek bir renkte sabitleniyorlar ve böylece görsel sanatların üzerine kurulu olduğu boya teknolojisinin temel dinamiği de parantez içine alınıyor.
Sergide sanat, yaratım ve doğa arasındaki örüntünün en belirginleştiği an Marila Daradot katılımcıyı harf şeklinde saksılara muhtelif bitkilerin tohumlarını ekip bu saksılardan anlamlı ya da anlamsız cümleler kurmaya davet ettiğinde vuku buluyor. Sanat Eserinin Kökeni diye adlandırılmış bu iş dünya, dil, temsil arasındaki ilişkiyi haritalayor. Toprağın doğurgan enerjisi insan emeği aracılığyla dilin soyut yapısı içinde form buluyor ve anlam açığa çıkıyor. Çalışma gönüllü olanları bu hatlar üzerinden geçerek anlam yaratmanın ve yaşam yaratmanın iç içeliğine müdahil ediyor.
Yaratma gücünün kaynağı olarak toprak, üzüm bağları arasına gizlenmiş Teneffüs II’nin hammadesi. Murat Şahinler ve Fuat Şahinler’in bu mütevazi çalışmalarında toprağın altına gizlenmiş bir mekanizma sayesinde zemin tıpkı nefes alan bir canlının karnı gibi bir şişip bir iniyor. Nefesin yaşam ve ölümle olan aşikâr bağı bir yana topraktaki bu hareket aynı zamanda doğumu müjdeleyen bir şişkinliği andırıyor. Gerek hamile bir kadının karnı, gerek bir filizin yer kabuğunu zorlaması olarak görülebilecek olan bu kabarıklık serbest düşünceye kendimizi biraz daha salarsak Kapadokya yöresini eşsiz kılan volkanik hareketlerin de bir maketini çağırıştırıyor. Doğumun ve yaratımın kadim gücü her ne kadar küçük ölçekte de olsa izleyiciyi tekinsizce etkiliyor.
Yaşamın ve ölümün güçlerinin bir ağ gibi örüldüğü sergide bu yapının dinler tarihiyle buluştuğu noktayı Nilbar Güreş’in ve Hera Taşçıyan’ın işleri oluşturuyor. Vadinin ortasındaki Üzümlü Kilise’nin etrafına yerleştirilmiş bu işler semâvi dinlerin aşkınlık vaaz eden söylemlerinin tersine dünyanın içinden pagan bir kutsallığın izlerini sürüyorlar. Hera Büyüktaşçıyan’nın üzümü ve hammaddesi olduğu şarabı Hristiyan mitolojisinin içindeki yerinden söküp Üzümlü Kilise ve Mustafapaşa’daki (Sinasos) Konstantin ve Eleni Kilisesi’nin girişindeki üzümlerle bezeli taş kabartmalardan esinlenerek ürettiği karoları bir arkeolojik buluntuymuşçasına toprağa gömüyor. Daradot’un işinde kurulan toprak ve temsil ilişkisi tersine çevrilip üzüm tasvirleri birer tohummuşçasına dünyaya geri veriliyor. Karşılıksız aldınız, karşılıksız verin üretimin ve kutsallığın dünya üzerinden silinmek üzere olan ilişkisi üzerine kurulu bir çalışma.
Üzümlü Kilise’nin hemen karşısında kayaların içine oyulmuş bir yapının içerisinde vadiye bakan bir deliğin önüne yerleştirilmiş Sırt Sırta adlı iki hayvan heykeli serginin Anadolu’nun inanç kültürüyle kurulan ilişkinin en somut formu. Bu heykellerdeki Şamanizm göndermeleri Düğümler Okunursa adlı; kumaşlar, totemler ve tılsımlardan oluşan yerleştirmesiyle pekişiyor. Paganizmde nesnelerin sahip olduğu temsil ötesindeki güçler bu iki işle beraber sergiye taşınıyor ve sanat eserinin yapısına dair süre giden tartışmaya Batı merkezli sanat tarihi okumalarının dışından bir dünyadan müdahalede bulunuyor. Aşkın ve soyut bir düzenin kendine yer bulamadığı bu kozmolojide nesneler kendileri olarak müdahale güçlerinden feragat etmeden yer buluyorlar.
Kızıl Çukur’a yerleştirilmiş bu altı sanatçının işleri döngüsel bir yapı içerisinde birbirleriyle ilişki halinde mevcut ekonomik ve politik sistemlere üretim / yaratım, temsil, ölüm başlıkları altında sıkı örülmüş bir alternatif üretiyorlar. Bunu yaparken de sergi hem coğrafyanın güçlerine duyduğu saygı hem de bu güçleri ziyaretçi deneyimine katmaktaki iddiası sayesinde metaforların ve göndermelerin ağına takılmadan son derece somut bir önermede bulunuyor. Kapadokya yöresinin volkanik kayaların içine oyulmuş yerleşim birimlerinin içerisi ve dışarısı, özel ve kamusal gibi var oluşumuzu biçimlendiren kavramsallaştırmalara izin vermiyor oluşu ve bu vesileyle sınır gibi bir kavramın devreye girememesi serginin ele aldığı konularda karşısına çıkan ikiliklerle baş etmesini sağlayan en önemli özellik. Sınır sorununun sergide somutlaştığı iş ise John Körmeling’in Güneşin Büyüklüğü adlı işi. Güneşin büyüklüğü görme ve algılamanın göreceli yapısını açığa çıkarma üzerine kuruluyor. Körmeling belirli bir tarihte Kızıl Vadi’nin üzerinde bulunan bir platoda merkez aldığı bir noktadan güneşin doğuş ve batış anlarındaki büyüklüğünü hesaplayıp güneşin görünen büyüklüğünü simgelediği çiçeklerden iki iç içe çember yerleştiriyor. Güneşin gerçek büyüklüğünün ne olduğu, sınırlarının nerede bitip nerede başladığı ve sınır dediğimiz şeyin mesafeye göre büyüyüp küçüldüğü ve dolayısıyla perspektife bağlı oluşu bu işle sorunsallaştırılıyor. İnsan merkezli bir kozmostan insanın sadece ufak bir parçası olduğu bir kozmosa geçiş beraberinde perspektifle beraber sınır tahayyülünü de ortadan kaldıracağı için serginin sunduğu sosyo-ekonomik modele bu iş teorik bir önermeyle destek çıkıyor.
Kızıl Çukur’a ve çevresine yerleştirilmiş olan işlerin dışında Gelin Bahçemizi Ekelim programı Uç Hisar’ı mesken edinmiş Christoph Schäfer & DJ Booty Carrell’ın Stüdyo Yannış Tercüme adını verdikleri ziyaretçinin içeri girip Schafer’i duvarlara gerçeküstü manzara resimleri çizerken izleyip DJ Booty Carrel’ın Türkiye’den psychedelic rock plaklarını dinleyebilecekleri küçük dükkanları ve Asunción Molinos Gordo’un Amaç, Kapsam ve Yaptırımlar adlı videosu ise Türkiye’nin tohum politikalarına dair kapsamlı bir araştırmasını video dokümantasyonu ile genişliyor. Sergi programına eklemlenen ve katılımcıya bölgenin bitki örtüsünü tanıma imkânı sunan Floral Yürüş ile Murat Germen’in bölgede alternatif bir rotayı takip ederek oluşturduğu Yaşayan Kültür Haritası ise ziyaretçiyi turistik rotalardan ve parlatılmış Kapadokya imajından kurtarıp bölgenin halen mevcut bulunan yapısının içine atıyor.