Güncel Sanat / Sergi

Tuzdan Hayaller

Sıkışıp kaldık. Gittikçe hızlanan sanal bir makinenin dişlileri arasında eziliyoruz. Bugünün ötesine geçtik gelecekte yaşıyoruz. Bilim kurgu filmleri bile geçmişimizin zayıf analojileri olmaktan öteye geçemiyor. Dünya hızla rakkamlara dönüşürken madde, gözünü ışık hızına dikmiş devinime direnmeye çalışıyor. Durduğumuz yerde, küçücük odamızda sürekli hareket halindeyiz. Kıpırdamadan dünyanın dört bir yanını ışık hızında tavaf ediyor ayağımızı yere ancak uyumak için basıyoruz. Zorunlu göçler keyfi göçler derken kafeslenmiş bedenimiz de kağıt üzerindeki varlığımızın peşinden oradan oraya sürükleniyor. Ne olduğunun farkında bile değiliz. Ayağımızın altındaki toprak çekilmiş boşluktayız bacaklarımız çırpınıyor.

“Tuzlu Su Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori” biraz yavaşlamamızı salık veriyor. Aklın ince hesaplarıyla, kanayan bedenimizi birleştirmeye çalışıyor. Her şeyin metin ya da simülasyon olduğu iddia edilen dünyaya bir parça tuz bir parça ağırlık ekleyip onu yer çekimine tabi kılıyor. Ayaklarımız yere basıyor yürümeye başlıyoruz. Şehrin içinde zaman geçiriyor, vapura binip trafiğe takılıyoruz. (Carolyn – Christov Bakargiev bize bu sırada ciğerlerimize bol bol tuzlu su havası çekmemizi de tavsiye ediyor.) Her gün çalışma ya da eğlenme zorunluluğundan dahil olduğumuz bu ritim sanatın bize sunduğu aylaklık hakkıyla bir performansa dönüşüp sergideki diğer işlere eklemleniyor.

Tek bir mekanda, izleyiciyi bombardımana tutan işlerdense otuz dört mekana yayılıp seyreltilmiş bir bienal var karşımızda. Bakargiev bu dağınık sergiyi soyut bir kavram etrafında örmektense maddenin çekim gücüne yakalananlara şekil verererek oluşturmaya çalışmış. Bu çekim merkezinden geçen soyut ve somut hatlar ile bu hatların kurduğu beşeri ve fiziki örüntüler birbirleriyle ilişki içerisinde form buluyorlar. Sergideki her iş ve mekan kesişimlerin yoğunlaştığı düğümleri oluşturuyor ve farklı bir amaca hizmet ediyor. Mekanlar arasında bir devamlılık bulunmasa da “Tuzlu Su” her şeyi kesen dev bir düğüm oluşuturuyor.

Galata Rum okulu bu organik mekanizmanın araştırma merkez olarak görülebilir. Eğitime kapalı olan, havası tarihin yüküyle ağırlaşmış bu kasvetli okulda düşünce ve madde; geçmiş ve gelecek birbiriyle düğümleniyor. Binanın hemen girişinde karşımıza çıkan büyük salonunun ortasında, geçmişten gelen bir gemi enkazıyla karşılaşıyoruz. “Tuz Tüccarları” adlı bu işte Anna Boghugian bir tuz gemisinin buzulların altından çıkmış kalıntısını salonun köşelerinde bulununan tuz yığınlarıyla panolara asılmış çizim ve belgelerle bir araya getirmiş. Dijital çağın sona erdiği bir gelecekte karşımıza çıkan bu gemi bize yüz yıllar öncesinin tuz ticaretine dayalı ekonomisiyle günümüzün rakkamların spekülatif değerleri üzerine kurulmuş düzeni arasındaki ilişkiyi sunuyor. Rakkamlar silinip, kar hesapları uğruna erittikleri buzullar da eriyince tuz yeniden beliriyor ve distopik bir geleceğin resmi ortaya çıkıyor.

Binanın üst katlarında sekiz farklı iş daha var. Micheal Rackowitz’in Ermeni ustaların İstanbuldaki evleri süsleyen alçı işlemeleri tekrardan ürettiği işi bir arkeoloji kazısından çıkanları andırıyor. Tüm sınıfı kaplayan işte yere serilmiş parça parça alçılar, tarumar edilmiş bir kültürden arta kalanlar sergileniyor. Işlemelerin güzelliği tarihin yıkıcı gücüyle mücadele halinde. Geçmişle gelecek Rubali Patil’in “Birinin vizyonu kalanların inancı var” adlı işinde de bir kez daha düğümlenmiş. 65 okul sırası üzerine yerleştirilen çocuklara ait resimler Rum Okulu’nun geçmişiyle bağ kuruyor. Okulların ideolojik bir perspektiften formasyon vermeye çalıştığı çocukların hayal gücü kendi üzerine kapanan çağımıza bir gelecek yaratmaya çalışıyor. Okulun sınıflarından bir başkasında ise yere uzanmış bi madenci heykeli var. Öğrendiğimiz kadarıyla tuz çıkaran bir madenci bu. Madencinin kafa feneri tavana bir hayal dünyası yansıtıyor. Madenci emek ile içinde yaşadığımız sanal hayatın bağını kurup bu uçucu dünyanın toprağa değdiği zayıf, kırılgan noktayı oluşturuyor. Emre Hüner’in üç kanallı yerleştirmesi bir bilim kurgu filmi. Geçmişte mi gelecekte mi olduğumuz belli değil. Gelecekten geçmişe yapılan bir yolculuk olması ise muhtemel. Bu filmde zamanın iziyle form almış kayalar, bir bilim adamı ve onun küçük steril laboratuarında dışarıda gördüğü şeylere bakarak ürettiği nesneler var. Meydana gelişin ve yaratışın iç içe geçmiş izleklerinin bir araya getirildiği bu yerleştirme bize bir kez daha düşünsel olanın maddi kökenlerini ve koşullarını sunuyor. Okulun çatı katı binanın tamamına yayılan araştırma merkezi hissinin en belirgin olduğu alan. Andrew Yang’ın “IO-XO İKİ DÜNYA SİSTEMİ HAKKINDA DİYALOĞA ÇAĞIRIYOR” adlı işi tüm katı bir rasathaneye çevirmiş. Kapalı olan kısımda bizi boğaza ait sesler ve belgeler beklerken dışarıdaki teleskop sayesinde boğaza, adalara, daha ötelere hatta belki geçmişe belki de geleceğe bakabiliyorsunuz. Sizin hayal gücünüze kalmış.

Galata Rum Okulundaki sergi, maddeyle bağını koparan ve hafifledikçe ayağı yerden kesilen dünyanın günden güne artan bir ivme kazandığı, çarpışmaların kaçınılmaz ve gittikçe daha şidetliği olduğu yirmi birinci yüzyılda içinde bulunduğumuz açmazdan kurtulabilmemizin ihtimallerini araştırıyor. Geçmişe dönüyor, geleceğe bakıyor; yere değiyor, göğe uzanıyor ve olası senaryolar üretiyor, çırpınan ayaklarımızı yere bastırmaya çalışıyor. Etrafımızın farkına varmamızı, hangi tarihte hangi coğrafyada olduğumuzu fark etmemizi ve buradan geleceğe uzanan bir hayal kurmamızı istiyor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s