Deneme / Güncel Sanat

Vitrinde Yaşamanın Erdemleri

 Önce kutular, kafesler; sonra kumaşlar, örtüler; örtülerin altından belirmeye başlayan insansı biçimler; gözümün önünde katman katman, açıldıkça açılan etler, parça parça bedenler… Öteye doğru uzanan bir şey; bir kol, bir bacak, bir doğum… Her şey gözümüzün önünde oluyor. Berlinde De Bruyckere’nin işleri gözlerimizin önünde beden buluyor, çoğalıyor, parçalanıyor. Hangi sırayla olduğunun pek önemi yok, her şey hep beraber oluyor. Seksenli yıllardaki “kapalı formlarından”, son dönemde yaptığı “beden”lere kadarki işleri yan yana geldiğinde “doğum”, tarihsel bir bakışa gerek bırakmaksızın her bir parçada kendini gösteriyor. Doğuma imkân veren yarık, her bir işin tam ortasında bir “yaratıcı” olarak beliriyor. Biçimler yarılıyor, açığa çıktıkları yarığı üzerlerinde taşıyarak, doğarak, doğurarak çoğalıyorlar. Berlinde De Bruyckere’nin işleri doğumun, çoğalmanın ve ölüme rağmen nafile bir çabayla durmak bilmeyen başlangıçların temsili.

“O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler”

Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti

Hakiki etten kemikten ayırt edilmesi mümkün olmayan balmumu parçaları, akıyor, kaynaşıyor, ayrılıyor; nerede bitip nerede başladıkları bile belli olmayan bedenlere dönüşüyorlar. Bu bedenlere insan demek mümkün mü? Haz mı alıyorlar, acı mı çekiyorlar? Haydi bunu geçtik, herhangi bir şey hissediyorlar mı? Seyredildiklerinin farkındalar mı? Bilinçleri var mı? Diyelim ki var, o zaman utandıkları için mi saklıyorlar yüzlerini? Peki neden tamamen saklanmaktansa yüzsüzce, göğüslerini gere gere ortalığa çıkıyorlar? İşkence mi görüyorlar? Yoksa insanın doğası bu mu? Dilimizden düşmeyen “gösteri”nin hayal perdesi yırtılınca ortaya çıkacak saklı hakikat; medeniyet dediğimiz canavarın ettiği bitmek bilmez işkenceyi yansıtan gerçek yüzümüz; acılar içindeki insan bu mu? Gündelik hayatın sımsıkı örülmüş akışını sekteye uğratacak, tüm ideolojileri, genelgeçer yargıları, ahlaki normları kendi oyununda yenecek ve bizi, doğamızı, insanlığımızı kurtaracak, derinlerden gelen kahramanlar mı bunlar? Pek sanmıyorum.

Korumamız, uğruna savaşmamız gereken insanlık onuru, şanı, şerefi diye bir şeyden bahsetmeye yeltenmek yerine, De Bruyckere’nin işleri bunların üzerini bir çırpıda safsata diye çiziyorlar. Belki savaş kurbanlarının, işkence mağdurlarının, mültecilerin veya toplama kamplarının aşina olduğumuz, hatta ikrah getirdiğimiz görüntülerini andırmaları bundan. Berlinde De Bruyckere’nin işlerinde açığa çıkan şey, tıpkı zulüm anlarında olduğu gibi, insanı insan yaptığına kani olduğumuz ne varsa hepsinden sıyrıldığımızda geriye kalan şey. Ama aldanmamak lazım; zalimler bu arta kalanı, biçimsiz fazlalığı, binbir teknolojiyle—cinayetle, işkenceyle, sürgünle, hapisle—yaşamdan iktidar çıkarmak için bahane olarak kullanırken, De Bruyckere yaşamın gücünün ortaya çıktığı an olarak işaretliyor. İnsanın sadece insan olduğu an; insanın yaralı, eksik olduğu ama kesinlikle mağdur olmadığı, aksine güçlü olduğu an.

Cesaret, daha önce gidilmemiş yerlere gitmekte, yapılmamış olanı yapmakta veya içini herkese açmakta değil. Yer yer açılan yarıklardan bu bedenlerin içlerinde boşluktan başka bir şey olmadığı da görülüyor zaten. Cesaret, esas oğlanla kızın yokluğunda sahneye çıkmakta, tüm eksik gedikle vitrinde yer almakta, “fani dünya” deyip saklanacak, utanacak, kaçacak bir şey olmadığını zor da olsa kabul etmekte. Bir kurtarıcı beklemektense, “Hakikat! Hakikat!” diye bağırarak oradan oraya koşturmaktansa, çıkıp hayal olduğunu bile bile oyunu oynamakta. Nihayetinde kurtarıcılarımız gitmişler, ki büyük ihtimalle zaten hiç gelmemişlerdi. Bir kere doğduktan sonra nasıl yaşayacağımızı ve nasıl öleceğimizi öğrenebileceğimiz kimse yok. Annemiz babamız da en az bizim kadar cahil. Mesele, ateşin nasıl yakılacağını, başımızı sokacak bir damın nasıl yapılacağını veya balık tutmanın inceliklerini öğrenmek değil. İhtiyacımız olan, eksikliğinin soluğunu nefes aldığımız sürece ensemizde hissettiğimiz bilgi; neyi, ne kadar, nasıl seveceğimizin, sevgimizi dağılmadan, ölüm korkusu karşısında felç olmadan nasıl devinir tutabileceğimizin, çoğaltabileceğimizin bilgisi. Böylesi bir bilginin öğretilebilecek bir şey olduğu zaten hepten şüpheli. Hayatta kalmak için ihtiyacımız olan bir hakikat varsa bunu kendimiz yaşayarak edineceğiz ama yaşamak tek başına olmuyor. Bunun için bir arada olmak, çok olmak, en basitinden başkalarının gözü önünde olmak gerek. Bu kolun, bu bacağın nereye uzanacağını, neye dokunup, nereden geri çekileceğini bilmek için “öteki” gerek. Berlinde De Bruyckere’nin işleri, böyle bir istekle vitrinde yerlerini alıyorlar—hemen yanıbaşındakine değme, bilme ve bilinme, kendini ötekinin bedeni üzerinde açma ve böylece yaşama isteğiyle.

Basit bir önerme: Dünyamız bizim yaptığımız şeylerle oluşur ve yaptığımız şeyler de bize şekil verir. Berlinde De Bruyckere’nin işleri bir doğaya dönüş içermektense tamamen bu insan yapısı dünyanın ortasında, onun bir parçası olarak tezahür ediyorlar. Heykellerin her seferinde vitrin, masa, battaniye gibi insan ürünü eşyalarla birlikte karşımıza çıkışını da bunun bir işareti olarak görmek mümkün. Bedenler, De Bruyckere’nin ilk dönem işlerinde kullandığı kaplar, taşıyıcılar veya örtülerden son dönem işlerinde de ayrılmazlar. Yalnızca bir sergileme aracı veya mahfaza olarak gördüğümüz, işle gerçeklik deneyimimiz arasına girdiğini düşündüğümüz ve modern sanatın her fırsatta kurtulmaya çalıştığı bu şeylere De Bruyckere’nin heykelleri yegâne dünyaları olarak sarılıyorlar. Ve etler, kemikler, boynuzlar, atlar ve ağaçlar, bize el değmemiş, vahşi doğayı hatırlatan her şey, insan yapısı bir sahnede bunun yegâne dünyaları olduğunun farkındalığıyla yerlerini alıyorlar.

Doğayı denetleme, ölüme söz geçirme, bilinmeyeni bilinene katma çabasında tarih boyunca güçlü bedenleriyle insanları taşımış olan atlar da, Berlinde De Bruyckere’nin işlerinde özgürlüklerine kavuşuyorlar. Onlar da efsanelerden, kahramanlık destanlarından ya da savaş hikâyelerinden tanıdığımız atlar değiller. Ne aşina olduğumuz biçimde şahlanıyorlar, ne de dört nala dünyayı katediyorlar. Heykellerde fatihlerin, galiplerin altında kusursuz bedenleriyle duran atlar değil bunlar. Aksine vurulacak veya sucuk olacak atlar. Fethetmeye, galip gelmeye, hükmetmeye yönelik değil; ortaya çıkmaya ve yaşamı ortaya çıkarmaya dönük, dünyaya meydan okuyan değil ama onunla birlikte açığa çıkan bir güç. Sadece orada duran ve yarıldıkça çoğalan, neredeyse her yöne şahlanan atlar.

 

“Şurada da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların”

Cemal Süreya, “Aşk

İnsanoğlunun bir zamanlar bir yerlerde şimdikinden daha mutlu olduğuna, insanların daha bir insan, dünyanın daha bir güzel olduğuna artık inanmıyorsak eğer, gökten birer nur parçası gibi düştüğümüzü değil, patates gibi yerden bitiverdiğimizi düşünmek bize aczimizle yüzleşme yolunda yardımcı olabilir. Makus talihimize küsüp melankoliye sarılmak her zaman bir seçenek tabii. Şefkat bekleyen, ilgi isteyen yaralarımızı tüm dünyadan sakınıp sadece onlardan anlayacak gözlere sunmak; zamanı birbirimize acıyarak doldurmak ya da acıdan anlayan gözler olup azizliğe soyunarak cüzzamlıları yatağımıza almak… Tüm dünyanın acılarını yüklenme kibrini kim gösterecek? Hiçbirimiz şifacı değiliz. Hatta kendimize bile hayrımız yok. Berlinde De Bruyckere’nin işleri yaralarımıza yakılmış bir ağıt değil. Bu işler yaranın kendisi; her biri birer yarık. Derman bulacağım diye oradan oraya koşmaktansa yarayı daha da derinleştirmenin, yarığı daha da açmanın peşine düşen işler bunlar. Çünkü yara dediğimiz şey bu hayatın ta kendisi ve onu ne kadar deşersek, ne kadar büyütürsek o kadar güzel, o kadar iyi.

Berlinde De Bruyckere’nin işleri, iyinin, güzelin, yani mutluluğun arayışı—ya daha ilk adımda başarısız olmaya mahkum bir yolculuk bu, ya da mutluluğun ta kendisi. Kant’ı dinleyip kimseyi kendimize araç olarak görmeme kibrine kapılırsak, ahlakın olmadığı bu yerde yaşadığımızı bile anlayamadan boşlukta asılı kalabiliriz. Kendimizi başkalarının varoluşuna araç olarak sunmak ve karşılığında onların tenlerini kendi tenimizi sermek için yatak, kemiklerini ise yaralarımızı kurcalamak için çomak olarak kullanmak zorunda kalırız. “Öteki” tarafından bilinmek, mutluluğumuzun yegâne kaynağı. Ebedi mutluluk yolundaki en büyük engelimiz çirkin bedenlerimizmiş gibi görünse de; şeklimizin, yere çarpmanın şiddetinden değil, tıpkı toprak altındaki bir kök gibi, yaşam ne taraftan geliyorsa bütün varlığımızla oraya doğru yöneldiğimiz için bozuk olduğunu düşünmemiz gerek. Nasıl ki bir bitkinin daha çok besin almak için daha çok köke ihtiyacı varsa, bizim de daha çok sevilmek/dokunulmak için daha fazla yüze/yüzeye ihtiyacımız var. Böyle bir bakış ile, De Bruyckere’nin bedenlerini faydacı bir estetik yargının tahakkümünden kurtarıp güzellik ile birlikte düşünebiliriz.

 

İnsan yaşamı dediğimiz şey basit ihtiyaçların ötesine uzanabilmekle başlıyorsa, bir bitkiye can veren su ve toprağın yerini başkaları tarafından bilinmek, ya da daha tanıdık ifadeyle, “sevilmek” alır. Bizi insan yapan şey ötekilerin—ki sadece öteki insanların değil, aynı zaman taşın, toprağın, rüzgârın—huzuruna çıkmak, onlar tarafından dokunulmaktır. Su, susuzluğumuzu giderdiği için değil, su olduğu için güzeldir ve boğazımızdan aşağı akıp giderken bize yaşadığımızı hissettirir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s