Deneme / SAHA

dans et benimle

Çıt çıkmayan sergi salonunun beyaz duvarlarına siyah ile çizilmiş birbirine paralel, bir iki kulaç uzunluğunda beş düz çizgi. Sanki büyük ebatta bir nota kâğıdı. Notaların alışageldik ikametgâhında ise yarıya kadar duvara gömülmüş ağır bronz gülleler. Her bir gülle, bir toptan fırlamışçasına, kudretle ikame ediyor notaları. Yazıya dökülmüş olan bir fanfar; hani şu saraylarda, seremonilerde üflemeli çalgılarla çalınan, duyguları kabartan coşkulu ezgilerden. Ancak saray salonlarının duvarlarında yankılanmaktansa, izleyicinin zihninde çalınıyor bu ezgi. Etin karanlığına nüfuz ediyor, sessizce bedenleri titreştiriyor. Peki sesi çıkmayan, ancakmesafeye muhtaç kılınmış göz aracılığıyla algılanabilen bir ezgi, nasıl oluyor da muhatabına temas edip onu harekete geçirebiliyor? Bu sorunun yanıtını Nevin Aladağ’ın Fanfare adlı işinde arıyorum.

Ses her şeyden önce maddidir, maddeyi oluşturan atomların titreşiminden doğar ve var olmakiçin maddeye muhtaçtır. Bundan mütevellit duymak da temasa dayalı bir süreçtir. İnsan kulağından içeri giren titreşen atomlar kulak zarını devindirip çekiç, örs, üzengi kemikleri aracılığıyla kokleaya iletilir, buradaki sıvıları dalgalandırıp sinir sistemini uyarır. Sinir sisteminin bu titreşimlerden nasıl olup da anlam devşirdiği her ne kadar muğlak olsa da, “anlam”ın her koşulda tekrarlardan meydana geldiği iddia edilebilir. Tekrar eden bir hareketten soyutlamalar yaratılır ve anlam bu soyutlamaların üzerine bina edilir. Soyutlamaların bir araya gelmesinden mürekkep kültür denen ağın bir ayağı tekrar eden döngülere sapasağlam basarken diğer ayağı da zamanı mümkün kılan farkın üzerinde dikilir. Tekrar ve fark sadece hareketin içinde vuku bulur ve hareket gürültülüdür. Ses hareket içinde, zamanın akışı içinde açığa çıkar ve işitilir. Hareketin olmadığı aşkın, zaman dışı bir mertebede ses de yoktur. Durgun, kendisiyle özdeş bir alem ancak derin bir sessizliğe gömülmüş olabilir. Peki, son sürat bedenimize çarpıp işitme düzeneğimizi etkin kılan sonra da aynı hızla bizden uzaklaşan ses dalgaları nerede soluklanır?

Tekrardan ve farktan bahsedeceksek, eskiyle yeniyi yan yana koyabileceğimiz, aralarında kıyas yapıp anlamlı bağlantılar kuracağımız durgun bir satıh elzemdir. Söz konusu satıh, bellektir. Hareket halindeki madde insan belleğinde izini bırakır, izler burada demlenir, düğümlenir ve dünyaya mesafelenip anlama evrilir. Bellek sonsuz karışıklıktaki, gürültülü evrenden ahenk çıkarmaya imkân verir. Sesi işitilmeyen Fanfare bellekte yuvalanmış bir ezgidir. Gözlerimiz vasıtasıyla bedenimize duhul edip belleği harekete geçiren Fanfare nasıl olur da sesin titreşimlerini duyulur kılabilir? Bellekte duyulardan gelen veriler ayrı ayrı çekmecelerde, birbirlerinden ırak bulunmaz. Bellek; türlü örüntülerin iç içe geçtiği, anı parçacıklarının birbirine dolaştığı karmaşık bir ağdır. Koklama, tatma, dokunma, görme ve duyma organlarından gelen veriler bellekte iç içedir. İster göz olsun ister kulak beş duyu organının beşinin de aslında temasa dayanarak işini görür oluşu akılda tutulursa bu organlardan gelen her verinin bellekte bir hareketin, titreşimin izini bıraktığı söylenebilir. Herhangi bir anı parçacığının, bilinç yüzeyinde belirdiğinde beraberinde farklı zamanlardan katmanlaşmış ruh hallerini ve türlü veçhesiyle yaşamı geri getirmesi ancak böyle açıklanabilir. Bellek titreşimlerin kaydedildiği bir taş plaktır Velhasıl, anımsanan bir ses asla sadece ses değildir; aynı zamanda bir tadın, bir dokunun, bir kokunun ve bir imgenin titreşimidir. Nota çizgileri ve notaların yerini almış bronz güllelerden oluşan Fanfare, ilk anda gözü hedef almışa benzese de bir ezgiyi temsil ediyor gibi gözükse de aslında eş zamanlı olarak tüm duyuları ayartır. Kendisine bakan kişinin belleğinin kuyularından çektikleriyle, top patlamalarını, kutlamaları ve savaş meydanlarının taşkın duygulanımlarını canlandırır. Söz konusu olan sadece göz ya da kulak değil; tüm duyulardan gelen hareketlerin bir orkestrasyonudur.

Fanfare muhatabıyla daha ilk karşılaşmasında onun anlağını kışkırtıp “OKU” der. Sadece nota okumayı bilenlerin bir anlam çıkarabileceği, belki de zihinlerinde ezgiyi işitebilecekleri bu merhalede pek bir giz yoktur aslında, zira işin adı halihazırda bu tanıdık ezgiyi tüm açıklığıyla ele verir. Asıl sır, verilen komutla iş başı yapan okuma refleksine kaza yaptıran, duvardan fırlamış bronz güllelerdedir. Bu kaza ancak yazının yapıbozumu ile mümkün olur. Notalar dâhil yazı sistemlerinin büyük çoğunluğu insan belleğinin tek bir duyu organı, göz üzerine inşa edilmiş uzantısı ve ikamesidir. Dünyanın karmaşasının belirli sembollere indirgenip sadeleştirilmesi, soyutlanıp sabitlenmesi ve sonra zamanın akışı karşısında kalıcı kılınıp paylaşılması gözün iş birliği ile yazı denen teknoloji sayesinde vuku bulur. Doğanın içinden çekip çıkarılmış, tekrar eden izlere atanan semboller sayesinde insan girift dünyadan bir bakış mesafesi kadar uzaklaşır, bilinç kazanır, karmaşadan düzen devşirir. Nota işaretleri yerine toprağın derinliklerinden gelen bronzdan yapılmış gülleler yerleştirmek ise yazının soyut evrenine bir nebze somutluk katmak demektir. Gülleler, prangalar misali notaların ayaklarına yapışır, onları yeryüzüne indirir. Güllelerle yazılmış yazı sayesinde insanın tüm duyuları işbaşı yapar, okuma eylemi gözün tahakkümünden kurtulur. Yazı artık olması arzulandığı gibi soyut ve mesafeli değildir. İçine dünya katılmıştır. Fanfare’yi anlamak ancak tüm duyuların bellekte bıraktığı izler, yarattıkları titreşimler takip edildiğinde mümkün olur. Nihayetinde bronz güleler yazının bastırmak istediği maddi dünyanın hercümerç içindeki deneyimini bellekten çağırır ve bir yaşam açığa çıkarır. Yine de maddi ve dünyevi olan ezginin içine azami miktarda dâhil edilirken yazıdan külliyen vazgeçilmez. Soyutlama asgari düzeyde korunur. Evet, Fanfare’de notalar salt uzmanlaşmış bir yazı dilinin öğeleri değildir, bu notalardan ses çıkarmak için müzik dilinin uzmanı olmak gerekmez; ama temel bir müzik bilgisi, yani nota kağıdını tanımak ve güllelerin notaların ikamesi olduğunu anlamak işe nüfuz etmek için elzemdir. Bir kere gözün gördüğünün notalar olduğunda mutabık olunursa işin geri kalanını bellek halleder. Bellekten çağrılan anılar bronz güllelerde ete kemiğe bürünür. Müzik soyut olan yazı diliyle somut olan güllelerin münasebetinden neşet eder.

Bir DJ, bronz gülleler yerine top patlamalarının kayıtlarını kullanarak pekâlâ bir kompozisyon oluşturabilir, bu kompozisyonu dinleyenler de patlamaların ışığını görebilir, barutun kokusunu alabilir, savaşın şiddetini yaşayabilir ya da kutlamaların coşkusuyla hemhâl olabilir. Konu ses olunca, nota yazmak soyutlamanın en ideal mertebesi ise kayıt kullanarak kompozisyonlar yaratmak da somut olanın, maddi olanın en doğrudan aktarımıdır. Sesi yüksek sadakat ile kaydetmek ve tekrar çalmak maddenin titreşimlerini, dünya üzerinde yarattığı etkiyi en az kayıpla aktarmaya imkân tanır. Ancak Fanfare’yi kayıtlarla düzenlenmiş bir müzik olarak kurgulamak işin duyu organları arasında tesis ettiği hassas dengeyi bozar. İşitme organına fazla yüklenmek dinleyicinin maddi dünya içinde soğurulmasına yol verir. Müzik, kendisini dinleyen kişiyi anın içine çeker şimdi ve burada kılar. Bir Dionizyak şenlikte ya da bir gece kulübünde “şimdi ve burada” olmak, bedensel deneyimi öncelemek elbette hayatın Apolloncu akliliğine bir karşı duruşu da beraberinde getirir; ancak böyle bir durum dünyadan mesafelenmeye imkân tanımadığı için sorgulama alanı açmaz, zaten böyle bir gaye de taşımaz. Fanfare’de ise, belleğin mıntıkasında tesis edilmiş duyu organları arasındaki ilişkisellik sayesinde kurulmuş olan soyut ve somut arasındaki diyalektik ilişki, insanın sorgulama kapasitesini işe koşmaya uygun bir aralığı mümkün kılar. İşin etki alanına dâhil olan kişi, kendini bellekte saklanan geçmişle gözün şu anda gördüklerinin birbirine düğümlendiği bir arafta bulur. Bu arafta, özne kendini bilmek için aşkın bir referans noktasını sabit tutarken dünyanın deneyimini de limitlerine kadar yaşar.

Yerkürenin derinliklerinden koparılmış bronzun, kültürel üretimin şahikalarından addedilebilecek bir bestedeki notalarla karşılaşması şüphesiz şiddetlidir. Şiddet ilk önce kendini güllelerin duvara bir toptan fırlatılmışçasına gömülü olmasında gösterir. Gülleler galerinin steril duvarını delmekle kalmaz, aynı zamanda notaların yazıldığı soyut zemini de ağırlıklarıyla yeryüzünün karmaşıklığına çekip dokunulabilir kılar. Ahenkli bir ezgi gürültüyle bozulur; ancak meydana gelen saf bir düzensizlik değildir. Hercümercin içinde bir nebze düzen her koşulda baki kalır ve bu düzen parçacığı muhataplarını kaybolup gitmekten korumaya kâfidir. Açığa çıkan şiddet, göz üzerine temellenmiş bir iktidarın yıkılışına sebep olur olmasına ama aynı zamanda bir doğumunda müjdecisidir.

Fanfare bir fanfarın aksine asla bilindik bir ezgi değildir. Daha da ötesi bilinebilecek bir ezgi de değildir. Evet alttan alta tanıdıktır, çıkış noktası olan notalar bir çalgıyla çalınsa elbette bir aşinalık yaratır ama bronz güllelerle yarattığı fark onu her deneyimleyici için tekil kılar. Güllelerin açtığı oylumu herkes belleğinden farklı deneyimlerin izleriyle titreşimleriyle doldurur. Fanfare’nin tüm kudretini gösterdiği mekânın bellek olması onu paylaşılamaz kılar. Paylaşmak için soyutlamalar yapmak gereklidir ve böylesi bir çaba da işin kudretini elinden alır. Fanfare her ne kadar paylaşılamaz olsa da kendisini deneyimleyen farklı tekillikler arasında bir ortaklık tesis etmeye kadirdir. Bu ortaklık dünyanın hareketiyle dans eden ama akıştan kaybolmayan, bir olmayan ama birbirine temas ederek bir arada dünyayı kurmaya çalışanların ortaklığıdır.

Görsel: Nevin Aladağ: Fanfare, HENI Project Space, Hayward Gallery, Londra, 2020 ©Thierry Bal

SAHA, Nevin Aladağ’ın 12 Şubat – 13 Nisan 2020’de Londra’da Hayward Gallery’de düzenlenen, “Nevin Aladağ: Fanfare” başlıklı kişisel sergisine destek verdi.

Yorum bırakın