
Güzel bir manzara. Horniman Bahçeleri. Ağaçlar, çalılar, çiçekler, su, hava bir de toprağa dikilmiş, göğe uzanan, parlak yüzeyleri ve kusursuz geometrik formlarıyla manzaraya tezat, beş ince metal boru. Rüzgâr esiyor; ağaçların, çalıların, çiçeklerin arasında dolanıyor, suyu yalıyor ve tuhaf boruların içine giriyor. Çıkan bir uğultu ki insan sesini andırıyor. Birileri nefes alıyor, nefes veriyor… Bu kimin sesi, kimin nefesi? Şahit olduğumuz bu yerleştirmenin adı Wind Organ. Ali Miharbi’nin bir çalışması. Miharbi, Horniman Müzesi’nin müzikal alet koleksiyonundan aldığı ilhamla, darmadağınık esen rüzgârı sesli harflere devşiren aletler tasarlamış. Rüzgârın çaldığı bu aletler konuşlandıkları manzaraya bakanların bedenlerine nüfuz ediyor, bedenlerin karanlığında tekinsiz duygular uyandırıyor.
Nefesim ne kadar bana ait? Aldığım her solukla burun deliklerimden içeri süzülen, ciğerlerimi dolduran kanıma bulaşan bu hava kimin malı? Bu hava ki türlü vazifesinin yanı sıra onu gırtlağım, dilim, dişlerim vasıtasıyla sese tahvil ediyorum, anlam denen muammaya gebe kılıyorum. Bunun sahibi kim, yeri yurdu neresi? Dağlardan geliyor, ovaları, ormanları aşıyor, binaların arasına karıştığında bacalardan çıkan kimyasal maddelerle hemhâl oluyor, pencereden içeri süzülüyor ve bedenimi buluyor. Nefes alıyorum. Havayı içime çekiyorum ve “Merhaba” diyorum, “Benim adım Murat”. Havanın bu özel formu, gırtlağımın, dilimin, dişlerimin bu mükemmel iş birliği M, U, R, A, T harflerini oluşturuyor ve beni tanımlıyor. Elbette soğuk, ruhsuz sesler çıkmıyor ağzımdan, beraberlerinde bana has bir tını da katılıyor dünyaya. Belki de adımı oluşturan harflerden ziyade beni en iyi bu tını tanımlıyor. Telefonu açtığımda, karşımdakine beni tanıması için “ben Murat” dediğimde binlerce Murat adlı insan arasından hangisi olduğumu bu özel ses tonu belirtiyor. Havayı oluşturan atomların bu eşsiz titreşimi ayrıksı bir ruh oluyor, beni ben kılıyor. Ben nefesime aitim.
Gündelik konuşmada, laf arasında “benim sesim” derken ne kadar da eminim ağzımdan çıkan titreşimlerin mülkiyetinin özgül bir insana, ben denen şeye ait olduğundan. Ama üzerine düşündükçe durum sarpa sarıyor, bir kör düğüme evriliyor. Kendimin addediğim sesin asıl müsebbibini nerede ararsam arayayım elime geçen tek şey boşluk. Boşlukta devinen, çarpışan, iç içe geçmiş atomlar ve onları devindiren, nereden çıktığını bilemediğim enerji evrim sürecinin bir aşamasında bedenimi oluşturmuş ve bu bedenin titreşimleri ses olarak, temellük ettiğimi sandığım mıntıkanın bendini nefes aldığım sürece aşıp dünyaya bulaşıyor, başka bedenlere çarpıyor. Çarpmanın etkisiyle bu ses, dünyayı titreştirip onda etki uyandırıyor uyandırmasına ama aynı zamanda dünyayı dolduran başka bedenler tarafından da şekilleniyor, her çarpışmadan bir iz taşıyor. Formunu da kaynağındaki enerjinin mahiyetinden ya da özündeki açığa çıkarılmayı bekleyen katıksız bir gizden ziyade, içine daldığı münasebetlerden alıyor. Saf, bozulmamış bir varlığın hikâyesini değil, yolda başına gelenleri anlatıyor. Ses; ben ve dünya, özne ve nesne arasındaki sınırları geçersiz kılıyor, neden sonuç ilişkilerini devamlı tersine çeviriyor, sahip kabul etmiyor. Tıpkı nefesim gibi, tam da nefesimin bana ait olmamasın danötürü, sesimin kaynağı da bende değil, ben zaman mekânda birbirine yakın duran bir demet titreşime iliştirilmiş bir zamirden ibaretim. Tüm alametifarikam bu.
Şu evrende benden bir tane daha var mı? Ya da birbiriyle tıpatıp aynı olan iki ses? İlk bakışta aynı gözüken hatta aynı malzemeden oluşan iki farklı şeyden çıkan ses özdeş midir? Peki değilse, bu ikisini birbirinden farklı kılan ne? Biliyorum ki aynı üretim sürecinden geçmiş, aynı malzemelerden yapılmış, birbirine özdeş olmasına özenle gayret edilen müzik aletleri farklı sesler çıkarmaya kadirdir. Hatta bu onların kaderidir. Maddenin doğası bunu gerektirir. Zaman mekânda özdeş iki ayrı madde bulunması nasıl mümkün değilse, özdeş iki ayrı sesi hayal etmek de bir o kadar zor. Yine de aynı ustanın elinden çıkmış her farklı nesne, üzerlerinde yaratıcılarının gizli birer mührünü taşır, bu mühür onları ortak kılar. Sanıyorum ki, müzikal olanlar da dâhil, her alet icat edilirken kendilerine has bir evrim sürecinden geçti; insan denen atom yığınının devinimini azami düzeyde arttırdığına, yaşam arzusunun kudretini şahikasına çıkardığına kani olunanlar yollarına devam etti geri kalanlar ise çöplüğü boyladı. İnsan eliyle yaratılmış şeylerin fıtratındaki bu damga, insanın barındırdığı delişmen enerjinin, arzunun etkisi bu teknolojik, mekanik aletleri daha medeniyetin şafağında organik kıldı, insan organizmasının bir parçası yaptı. Öte yandan enerjiyi dönüştürmek, bir iş yapmak, etki yaratmak için insanın kullandığı ilk aletin kendi bedeni, kendi organları olduğu fikri aklımda oldukça diyebilirim ki insan teknolojik olmasa da hep mekanikti, bir makinaydı. Nihayetinde adını makina koyduğumuz organları ve organ diye andığımız makinaları, iki farklı düzene ait, mahiyetleri tamamen farklı tesisatlar olarak düşünmektense aynı düzlemde birbirine eklemlenen ve hep birlikte aynı niyetle işleyen örgütlenmeler olarak düşünmek pek de mümkün. İki farklı varlığı, iki farklı sesi, aynı olmasa da ortak kılan ise bu paylaşılan niyet, yaşamın tekamülüne duyulan arzu.
Wind Organ: rüzgârın çaldığı bir org, rüzgârın bir organı, rüzgârın bir ikamesi ve uzantısı. Aletler birer ikame ve uzantıdır. Bedenlere eklenir, mekânda yer kaplar, soyut bir niyeti eylemek, somut kılmak için çalışır. Peki bu niyet nerede vuku bulur? Hangi mertebede oturur? Ruh mu dediniz? Rüzgârın bir ruhu var mıdır? Ruh nefesle eş anlamlıdır, rüzgârın kendisidir ve bundan da öte bizatihi maddedir, atomlar arasındaki ilişkilerden müteşekkildir, maddenin doğası gereği de bir uzantıdır. Niyet ki artık söz konusu olan yaşamın tekâmülü, daha en başından soyut olmaktan ziyade somuttur, maddeye içkindir. Rüzgârın çaldığı bir org, tınısını ve ruhunu esen rüzgâr da dahil olmak üzere onu zaman içinde yavaş yavaş biçimlendirmiş, ona bugünkü formunu vermiş çeşitli bedenlerin ve onları oluşturan atomların deviniminden, ilişkisinden alır. Bu basit alet karmaşık bir ağın parçası, düğüm noktasıdır.
Bir aleti bir üretim sürecinin nihai noktası, ürün, yapıt olarak görmemek gerek. Aletler kendilerini açığa çıkaran süreçleri tersine kat etmeye ve değiştirmeye, dönüştürmeye muktedirdir. İnsan her ne kadar ilk bakışta aletlerin efendisi gibi görünse de yarattığı ve kullandığı aletler tarafından belirlenmeye de yazgılıdır. Bir org, hem ona ses katan nefesin hem de nefesin temas ettiği diğer bedenlerin mahiyetini belirler. Orgdan çıkan ses sadece insani duyguların ifadesi değil; aynı zamanda enerji dalgalanmalarından oluşan bu duyguların ve bittabi bu duygulara ilişik insanın kurucu bir öğesidir. Bu noktada rüzgârın çaldığı orgun ardında göze görünmese dahi hissedilebilir bir enerji yoğunlaşması, ele avuca kolay kolay gelmeyen, hava gibi dağılmış, uçucu bir özne beliriyor. Bu özne bildiğimiz alıştığımız hikmeti kendinden menkul, nesneleri ve doğayı karşısına alan modern özne değil. Sınırları muğlak, bulaşmaktan, karışmaktan korkmayan aksine mevcudiyetini ilişkisellikte bulan, kudretini içe içe geçmiş örüntülerden alan sadece insan olamayan, insan olmaya da yeltenmeyen bir özne. Ne bir insan ne bir makina, hem insan hem makina. Salt kültürün ürünü değil aynı zamanda doğaya da ait. Bir siborg.
Wind Organ’ın tekinsizliği onun gündelik hayatın akılcılığı içinde kaybolmuş, unutulmuş unutulmak için de uzunca bir süredir gayret gösterilmiş bir öznellik kipini duyumsanabilir kılmasından öte geliyor. Horniman Bahçeleri’nde bir ruh, bir hayalet dolaşıyor. İnsan ortalıktan çekilince meydana çıkıyor ve türlü aletten, ağaçtan, rüzgardan, havadan ve sudan pay alıyor. Sesi kulaklarımda, bedenimi titreştiriyor, devindiriyor. Derin bir nefes alıyorum ve ruh bedenime doluyor. Ses veriyorum, “Ben bir siborgum”.
SAHA, 16 Ağustos – 26 Kasım 2017’de Horniman Museum and Gardens ve Delfina Foundation ortaklığıyla davet edilen Ali Miharbi’nin Wind Organ başlıklı projesine eser üretim desteği verdi.
Bu yazı SAHA’da misafir olduğum dönemde SAHA Yazı Dizisi için yazılmıştır.